İnsan varlığının gereği olarak yaratılışından bu yan"> İnsan varlığının gereği olarak yaratılışından bu yan" />
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE TECDİD VE İSTİMRAR/YENİLENME VE SÜREKLİLİK-1

İSLAM DÜŞÜNCESİNDE TECDİD VE İSTİMRAR/YENİLENME VE SÜREKLİLİK-1

İnsan varlığının gereği olarak yaratılışından bu yana bir tekâmül sürecindedir. Bu süreç süreklilik arz eden bir yapıyı içinde barındırmaktadır. Fiziken kendini ve çevresini sürekli değiştiren ve dönüştüren insanoğlu, yine varoluşunun gereği olarak da bildikçe, bilgisine karşılık sordukça ve sorguladıkça düşüncenin, derinliği ölçümsüz denizlerinde seyrini sürdürmektedir.

Hayat hep varoluşsal sorularla donanmıştır: iyi nedir, kötü nedir? En can alıcı soru ise varlığın hakikati nedir? Bu soru ve sorunlara tarihin akışı içerisinde farklı cevaplar verilmiş, “ilim bir nokta idi, onu nadan çoğalttı” sözünün hakikati gereği, sorular cevap bulmadığı gibi cehaletin kesif karanlığını daha da büyümüştür. Ancak düşünme, sürekli bir devinim içerisinde hayatiyetini devam ettirmiştir: Kimi zaman insanı aşağılara çekmiş kimi zaman zirvelerde dolaştırmıştır, kimi zaman da arafta bırakmıştır. İnsan varsa düşünce vardır ve düşüncenin olduğu yerde de insan vardır. İnsan, düşünme melekesi sayesinde varlığını anlamlı kılar.

İslam düşüncesinde düşünceyi merkeze alan kavramlar

Son din ve insanın tekâmül sürecinin nihai durağı olan İslam ise ilk emrinde “oku”mayı salık verirken, peşi sıra tefekkür (bir işin âkıbeti konusunda düşünmek), teakkul (zihnin sebepler ve sonuçlar arasında bağ kurması), tezekkür (hem lisan ile anma hem de kalp ile hatırlama, akıldan geçirme), tefakkuh (bir şeye aklen hâkim olarak, kavramak, algılamak, o kunu hakkında düşüncelerini de ifade etmek), tedebbür (bir işin sonucunu başından hesap etmek), teemmül (bir nesne hakkındaki düşünceyi zihinde yoğunlaştırma) kavramlarıyla akıl ve düşünmeyi işin merkezine koymuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’de düşünme eylemini ifade eden bu terimlerin kullanılışı yukarıdaki anlamlarından önemli bir farklılık arz etmez. Bu sebeple asıl vurgulanması gereken şey Kur’an’ın, düşünmeye verdiği önemin yanı sıra düşünmenin biçimi, hareket noktaları ve gayesi hakkındaki telkinleridir. İnsanı düşünmeye sevk ve teşvik eden çok sayıda âyete topluca bakıldığında düşünmenin önemli bir kulluk görevi, bir ibadet olduğu sonucuna varılabilir. Düşünmenin konusu ise başta bizâtihi Kur’an’ın mesajı olmak üzere bu mesajın aydınlatıcı ve yol gösterici ışığı altında Allah-âlem, âlem-insan, Allah-insan ilişkisidir. Kur’an’ın, kâinatı ve insanı belli bir yaratılış sürecinde ve süreklilik arz eden ilâhî yasalar çerçevesinde anlamlandıran, insanı var oluşun ilâhî kanunlarına paralel olarak doğru bilgi ve doğru eylemin gereklerine uygun şekilde yönlendiren âyetleri, düşünmenin konusunu kendiliğinden belirlemektedir. (İlhan Kutluer, “Düşünme”, DİA, C.10, s.53)

“Akıl olmasaydı din yaşayamazdı, din olmasaydı akıl şaşkın kalırdı”

Aklın temel fonksiyonu düşünme olmakla birlikte, düşünmenin aklın işlevini tam manasıyla yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Düşünmenin kendisi kadar niteliği de bu noktada öne çıkmaktadır. Dinin öngördüğü düşünce biçiminin de yüzeysel düşünmeden çok derin düşünmenin imkânlarını zorlamak olduğunu belirtebiliriz. “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah´ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler/tefekkür ederler.” (Âl-i İmrân 3/190-191) Ayetlerinde de ifade edildiği gibi bir yandan kâinatın yaratılışı üzerine aklederek bir çıkış yolu sunarken, diğer yandan da muazzam döngü karşısında tefekkür/düşünme tavsiye edilmektedir. Akılla yürütülen entelektüel çabanın, düşünce ile desteklenmesi durumu söz konusudur. 

Peki, aklın rehberliği tek başına yeterli midir? Bu soruya da Râgıb el-İsfahânî cevap veriyor: “Azîz ve celîl olan Allah’ın insanlara iki elçisi vardır; ilki bâtınî elçi olan akıl, ikincisi de zâhirî elçi olan peygamberdir. Öncelikle bâtınî elçiyi (akıl) kullanmadan zâhirî elçiden (peygamber) yararlanmak mümkün değildir; çünkü peygamberin öğretisinin sahih olduğu akılla bilinir... Akıl olmasaydı din yaşayamazdı, din olmasaydı akıl şaşkın kalırdı. Onun için Allah Teâlâ bu ikisini ‘nûr üstüne nûr’ buyurarak (Nûr 24/35) birbirine bağlamıştır” İşte 190 ve devamındaki âyetlerde de akılla vahyin bu uyumuna işaret edilmekte; evren üzerinde sağlıklı gözlemde bulunan insanların evrendeki muhteşem sistemi kavrayacağı, onu yaratıp düzenleyen yüce kudreti bilip tanıyacağı, kendisini imana davet eden elçinin bu çağrısına uyarak rabbine imanını derin bir içtenlikle ikrar edeceği ve nihayet bir bakıma onunla diyalog kurarak esenlik dileklerini O’na arzedeceği bildirilmektedir. (Kur’an Yolu Tefsiri, DİB, c.1., s. 738-741)

Tecdîd kavramı etrafında kurtarıcı arayışları

Akıl, vahiyle birlikte yürürken bir imkân olarak karşımıza çıkan bir diğer kavram ise “yenilemek, yeni bir yol açmak” anlamına gelen tecdid’dir. Burada ifade edilen yenilenmenin dinin kendisinde mi yoksa düşüncede mi olduğu konusunda temel görüş “dinde değişiklik yapılarak bazı unsurların çıkarılıp yeni bazı unsurların eklenmesi şeklinde dinin yeniden tanımlanması” (reform) anlamında olmayıp “zaman içerisinde zayıflayan dinle irtibatın yeniden güçlendirilmesi”dir. Tecdid, hem içerik olarak, hem de İslam toplumlarının içinden çıkamadıkları müşküllerin aşılması noktasında ulema için bir kurtarıcı kavram olarak nitelenebilir. Tecdidin zaruri olduğu durumlarda sorunların ehil insanların tarafından çözülebileceği bir düzlemden bahsediyoruz.

Bu tavır Hz. Muhammed’in son peygamber, İslâm’ın son din ve Kur’an’ın son kitap olmasıyla doğrudan alâkalıdır; çünkü artık yeni bir peygamber, din ve kitap/vahiy gelmeyeceğine göre bu durum mevcudun yeterli görülmesini, ancak bunun etkin varlığının zaman içinde zaafa uğraması ihtimalinin bulunduğunun farkına varılmasını ifade etmektedir. Bu sebeple yenileme düşüncesi başından itibaren İslâm toplumu ve düşüncesinde meşrû ve gerekli görülmüştür. Bir hadiste, “Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinlerinde yenileme yapacak (yüceddidü) birini gönderir” denilmiş (Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 1), bu hadis hem klasik hem çağdaş âlimler tarafından tekrar edilmiştir. Tecdid kelimesinin bugünkü anlamını kazanmasında bu hadisin tayin edici bir rolü olmuştur. (İlhan Kutluer, “Tecdid”, DİA, C.40, s.234)

Tecdid kavramı etrafında müceddid ya da kurtarıcı arayışlarını bir kenara bırakacak olursak, kavramın İslam düşüncesinin bugün içinde bulunduğu çıkmazdan çıkış için bir kapı aralayacağı muhakkaktır. Tecdid’in varlığını kabul etmek beraberinde İslam düşüncesinde sürekliliğinde devam ettiği gerçeği ile bizi yüzleştirecektir.

İslam düşüncesinde sürekliliği sağlayan iki temel unsur: zaman ve mekân

Bir başka açıdan bakacak olursak, söz konusu sürekliliği sağlayan temel iki unsurun zaman ve mekân olduğunu söyleyebiliriz. Zaman ve mekân sürekliği temsil ederken bunların içinde yer alan olgu ve olaylar, değişime konu olmakta ve sanki değişeni veya tümüyle değişimi temsil etmektedirler. Ancak bu durumda zaman ve mekân ile olgu ve olayları sanki birbirinden bağımsız ve birbirine karşıt iki ayrı unsur gibi değerlendirme problemi ile karşılaşırız. Hâlbuki zaman ve mekân somut bir gerçeklik olmaktan çok, sanki itibarî bir unsur veya zihinsel bir tasavvurdur. Bundan dolayıdır ki, zaman ve mekânı zihinde çeşitli kategorilere ayırmak veya ayırdığımız bu kategorileri yok saymak mümkündür. Bu yüzden birçok düşünür zaman ve mekânı göreceli kabul etmişler ve özneye göre hüküm ve biçim alacağını düşünmüşlerdir. Soyut olma yönleri ile değerlendirdiğimizde zaman ve mekânı olgu ve olayların toplamı olarak da düşünebiliriz. Buradan hareketle de zamanın ve mekânın bizzat kendilerinin değişime konu olduğunu/olacağını söyleyebiliriz. Bu takdirde sürekliliği sağlayan bizzat değişimin kendisi olmaktadır. Ancak bir araz/ilinti olması bakımından değişimin tek başına bir neden olması düşünülemeyeceğinden kendisinin de dayanacağı bir başka nedenin bulunması zorunluluk arz eder. (Cağfer Karadaş, “İslam Düşüncesinde Değişim ve Süreklilik”, Usul Dergisi, s.8, Sayı:8, 2007.)

Yenilenme ve süreklilik kaydı olmaksızın İslam Düşünce geleneğini anlama ve bu noktada bulunduğumuz yeri tayin etme imkânına sahip değiliz. Bugün tarihin yaşadığımız kesitinde en büyük sorun da düşünce olarak nerede durduğumuz, problemlerimize hangi zaviyeden baktığımız ve hangi referanslarla sorunlarımızı çözüme kavuşturmaya çalıştığımızdır. Sonuç olarak puzzle’ın parçalarını bir araya getirmeli, bütüncül bir bakış ve okumayla İslam Düşüncesinde bulunduğumuz noktayı yeniden ele almalıyız.   

Toplam Okunma Sayısı : 237