
KIBRIS'TA ALARM ZİLLERİ
KIBRIS’TA ALARM ZİLLERİ
Doğu Akdeniz’in güvenliği için stratejik önemi ve kuzey Afrika ile Orta Doğu'dan gelen deniz ticaret yollarının uğrak noktası olması nedeniyle, tarih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapan Kıbrıs adası, bugün dünya devletlerinin enerji kaynakları için verdikleri güç mücadelesine sahne oluyor.
Öyle ki, bölge devletlerinin dışında büyük devletlerin de enerji kaynaklarından pay alma hırsıyla bölgeye askeri güç sevk etmeleri, Kıbrıs ve çevresini bugün dünyanın en yoğun askeri hareketliliğinin yaşandığı mecra haline getirmiş durumda.
TARİHİ SÜREÇ
Osmanlı tarafından 1571 yılında fethedilen Kıbrıs, 1878 yılında İngiltere’ye kiralanmış, 1914’teki ilhak sonucu İngiltere’nin hakimiyetine girdikten sonra, 1960 yılında bağımsızlığını kazanan adada Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğünde, Türk ve Rum toplumlarının birlikte temsil edildiği Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştur.
İki toplumun birlikte yaşaması sorunları beraberinde getirmiş, Rumların adadaki Türklere saldırması ve katliamlar gerçekleştirmesi üzerine, Türkiye 1974 yılında, garantörlük hakkına dayanarak Barış Harekatıyla adaya asker çıkararak Türklerin güvenliğini sağlamıştır. Böylece Kıbrıs, kuzey ve güney olmak üzere fiilen ikiye bölünmüştür.
Bu tarihten itibaren, adada iki toplumlu adil bir çözüme ulaşabilmek için müzakereler değişik platformlarda süregelmiş ancak olumlu bir sonuca ulaşılamamıştır.
Bunun üzerine 15 Kasım 1983 tarihinde Türk toplumu, adadaki siyasi varlığını devam ettirebilmek için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’ni ilan etmiştir. Ancak 18 Kasım 1983 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) bu kararı kınamış ve üyelere KKTC’ni tanımama çağrısında bulunmuştur.
Esasen sorun tam da bu noktada başlamaktadır.
BM’NİN KARARI HUKUKSUZDUR
Öncelikle BM’nin üye devletlere yaptığı KKTC’yi tanımama çağrısı hukuki değil siyasidir. Zira, egemen devletlerin iradesine müdahale girişimi hukuki zeminden yoksundur. Bu durum, Batılı güçlerin, BM vasıtasıyla KKTC’nin varlığını siyaseten yok sayma girişimidir.
Öte yandan, Kıbrıs Türk toplumu haklı ve zorunlu gerekçelere dayanarak KKTC’yi kurmakla, self determinasyon (kendi kaderini tayin etme) hakkını kullanmıştır.
Uluslararası hukukta, ulusların kendi siyasal durumlarını, ekonomik, sosyal ve kültürel manada izleyecekleri yolu kendi iradeleriyle belirleme hakkı olarak tanımlanan self determinasyon hakkı, 1966 tarihli “BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi”nde kabul edilmiştir.
Yine, BM Genel Kurulunun 24 Ekim 1970’te, 2625 sayılı kararı ile kabul ettiği “Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliği ile İlgili Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirgesi”ne göre, self determinasyon ilkesi, halklar bakımında bir hak ve bu prensibe uyulması diğer devletler bakımından bir yükümlülüktür.
BM, KKTC’yi tanımamak ve üyelere bu yönde çağrı yapmakla, kendi kuruluş ilkelerine ters düşmüş, egemen güçlerin baskısı altında, yanlı ve hukuka aykırı bir kabulde bulunmuştur.
Oysa, 1990 yılından itibaren Sovyetler Birliğinin dağılma sürecini takiben, Türk Cumhuriyetleri ile Baltık Cumhuriyetlerinin self determinasyon hakkını kullanarak birlikten ayrılmaları ayrıca, Yugoslavya’yı oluşturan toplumların yine aynı hakkı kullanarak federal yapıdan ayrılarak bağımsız devletler kurmaları, dünya devletlerinden ve BM’den bir karşı duruş görmemiş, aksine bu devletlerin tamamı, BM ve üye devletlerce sorunsuz şekilde tanınmıştır.
Yine, İsrail’in 1948’de, kendisine ait olmayan, işgal ettiği topraklarda ilan ettiği devleti, “de facto” olarak tanımlayıp, dakikalar içinde tanıyan da aynı BM ve Batılı devletlerdir.
Bu örnekler, KKTC’ye uygulanan çifte standardı, Batıdan beklenen ikiyüzlü politikayı gözler önüne seriyor.
2004 yılında, zamanın BM genel sekreterinin adıyla anılan Annan Planı gündeme gelmiş ve planın kabul edilmesi halinde, adada iki devletli bir federal yapı kurulması şartıyla KKTC’nin BM tarafından tanınacağı vaadedilmiştir.
Nisan 2004’te her iki toplumda yapılan oylamada Planı Türk tarafı % 65 oyla kabul ederken, Rum tarafı ise % 75 oyla reddetmiştir. Ancak, Batı verdiği sözü tutmamış ve KKTC’yi tanımamıştır.
Bununla da kalınmamış, oylamanın üzerinden bir ay bile geçmemişken 1 Mayıs 2004’te, Annan Planını kabul etmeyen Rum kesimi, sözde tüm adayı temsilen Avrupa Birliği’ne üye olarak kabul edilmiş ve adeta ödüllendirilmiştir.
Bu tarihten itibaren adada iki toplumlu ya da iki devletli çözüm önerileri üzerine yapılan sayısız müzakereden olumlu sonuç alınamamıştır.
SORUNUN DOĞRU TARİFİ
Esasen Kıbrıs sorunu ifadesi, bilinçli şekilde kullanılan yanlış bir tanımlamadır.
Bu tanımlama; görüşmelerle çözülmesi gereken iki taraflı bir sorunun varlığını kabule ve ortak yapıdan ayrılmış olan Türk tarafının çözüm için Rum tarafına karşı sorumlu olduğu ve adımlar atması (tavizler vermesi) gerektiği anlayışına dayanmakta ve bu haliyle uluslararası ilişkilerde sürekli olarak Türkiye’nin önüne konulmaktadır.
Türkiye bu tanımı reddetmelidir. İki toplumun birbirinden ayrılması ve iki ayrı devlet olarak yaşamaları sorun olarak nitelendirilemez. Bir toplum, kendi iradesiyle siyasi yönünü tayin etmesinden ötürü kınanamaz, başka türlü seçim yapmaya zorlanamaz.
Kıbrıs Türkünün ayrılırken Rum kesiminden bir talebi olmamış, onların haklarına tecavüz etmemiş ve onlardan eksiltmemiştir. Ancak, egemenlik ve güvenliğine kast eden eylemler nedeniyle ve haklı olarak, kendi toprağında, kendi devletini kurmuştur. Bu manada, Rumlarla karşılıklı müzakere edilecek ve çözülecek bir sorun bulunmamaktadır.
Doğru tarifiyle asıl sorun; adadaki iki bağımsız devletten biri olan KKTC’nin haksız şekilde, tanınmaması ve Kıbrıs Türk toplumunun haklarının teslim edilmemesidir.
Halihazırda KKTC dünya devletleri tarafından tanınmadığı gibi, Türk toplumuna uygulanan ambargo ve kısıtlamalar nedeniyle Kıbrıs Türkü, en temel haklarından mahrum bırakılmaktadır. İşte gerçek sorun budur.
KKTC, sınırları belli vatan toprağı, milleti, ordusu, milli meclisi, parası, bayrağı, tüm siyasi ve idari kurumlarıyla bağımsız bir devlet olmanın bütün unsurlarına sahiptir. Hakkettiği tek şey tanınmaktır.
Dünyada hiçbir güç, dili, dini, tarihi, kültürü, gelecek tasavvuru farklı olan ve bir arada yaşama iradesi göstermeyen iki toplumu bir arada yaşamaya zorlayamaz. Bir arada yaşamayı tercih etmemeleri, toplumlar için cezalandırma nedeni olamaz.
Kıbrıs Türkü self determinasyon hakkını kullanmış ve bağımsız devletini kurmuştur. Bu devlet kimsenin malı-mülkü üzerine kurulmamış, kimsenin varlığını gasp etmemiştir. Kıbrıs Türkü öz varlığını devam ettirebilmek için, kendi siyasi iradesiyle tercihini yapmış ve devletini kurmuştur. Kıbrıs Türk toplumunun bu nedenle cezalandırılması, hukuki olmadığı gibi insani ve vicdani de değildir.
Şimdi gereken şey, ada Türklerinin temel insani haklarının teslim edilmesidir. Uygulanan ambargo ve kısıtlamalarla, uluslararası hukuka aykırı şekilde, KKTC vatandaşları insani, siyasi, kültürel ve ekonomik haklarından mahrum bırakılmaktadır.
O yüzden, sorunun adı Kıbrıs sorunu değil, KKTC’ye yapılan haksızlıklar sorunudur. Şimdi bu sorunun çözümüne odaklanmak gerekir.
BATININ SİNSİ OYUNU
Bu haliyle, Kıbrıs Türkünün Rum kesiminden hiçbir beklentisi yoktur. Ancak Rum kesimi ve Batılı destekçilerinin, “Kıbrıs Sorunu” diye yırtınmalarının altında büyük beklentiler yattığı açıktır.
Elbette Kıbrıs’ta KKTC’nin varlığı, Türkiye’nin varlığı demektir. Başta Amerika olmak üzere, AB ülkeleri de Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığını dahası enerji kaynaklarına ve transferine hakim olup, enerjide söz sahibi olmasını, kendi çıkarlarına uygun görmüyorlar.
Çünkü, Türkiye bölgenin en güçlü ülkesi, NATO’da ikinci büyük askeri güç. Ayrıca, özellikle son dönemde yaptığı atakla, Akdeniz’de güçlü bir donanmaya ve ileri teknoloji imha silahlarına sahip. En önemlisi, kendi kararlarını verebilecek siyasi iradesi olan bağımsız bir devlet.
Adada güçlü Türkiye’nin varlığı, Batılı devletlerin, bölgedeki askeri konumlanmaları ve enerji kaynaklarını diledikleri gibi paylaşmalarının önünde engel oluşturuyor.
O yüzden Batı, Kıbrıs’ta Türkleri refüze ederek, adayı Rum hakimiyetine vermek istiyor. Türkiye yerine, kullanıma elverişli Rum kesiminin yanında durarak zayıf, söz dinleyen, emre amade bir yönetimle, doğu Akdeniz’deki emellerini gerçekleştirmenin peşindeki bu ülkeler, bu amaçla güney Kıbrıs’a sürekli askeri yığınak yapıyorlar.
ABD’nin Yunanistan’da kurduğu büyük askeri üsler ve yaptığı abartılı askeri yığınakla, ülkeyi askeri vesayet altına almasının ardından, Batılı güçler de aynı metotla, Rum kesimini sömürgeleştirme yolunda hızla ilerliyorlar.
GÜNEYİN TÜM ADA ADINA AB’YE KABUL EDİLMESİ
Kıbrıs Rum Yönetimi, adanın yalnızca güneyine hakim olmasına rağmen, 2004 yılında sözde tüm adayı temsilen Avrupa Birliğine alınmış, Annan Planını kabul etmeyen Rumlar adeta ödüllendirilmiştir.
Rum kesiminin tüm adayı temsilen AB’ye alınması hukuka uygun değildir. Adadaki iki devletli fiili durum görmezden gelinemez. Rum kesiminin, Türk toplumunu temsil edemeyeceği ortadadır. Esasen AB, bugüne kadar bölünmüş yapıdaki hiçbir yönetimi üyeliğe kabul etmemiştir.
Adayı bütün kabul eden ve Rum kesimini de adanın tek temsilcisi gören AB, bu zamana kadar Rumların bölgedeki tüm haksız girişimlerini desteklemiş, bu durum çözümsüzlük ve istikrarsızlığı derinleştirmiştir.
DOĞU AKDENİZ’DEKİ HİDROKARBON REZERVLERİ
Son dönemde adanın çevre denizlerinde yapılan tetkiklerde zengin hidrokarbon rezervleri tespit edilmiş, bu durum Kıbrıs’ın önemini bir kat daha artmıştır. ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi tarafından 2010 yılında yayınlanan raporda;
Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölge olan Levant Havzasında 3,45 trilyon metreküp (122 trilyon kübik feetlik) doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol bulunduğu,
Nil Delta Havzasında ise yaklaşık 1,8 milyar varil petrol, 6,3 trilyon metreküp (223 trilyon kübik feet) doğalgaz ve 6 milyar varil sıvı doğalgaz rezervi olduğu,
Kıbrıs Adasının çevresinde ise 8 milyar varil olduğu söylenen petrol rezervinin yaklaşık değerinin 400 milyar dolar civarında olduğu,
Herodot olarak adlandırılan Girit’in güney ve güneydoğusundaki alanda biri 1,5, diğeri 2 trilyon metreküp olmak üzere toplam 3,5 trilyon metreküplük doğalgaz bulunduğunun tahmin edildiği açıklandı.
MEB SINIRLARINDA ANLAŞMAZLIKLAR – TÜRKLERİN YOK SAYILMASI
Adada var olan iki devletli fiili durum, taraflar için adanın kara ve denizinde, hukuki ve siyasi haklar doğuruyor. Buna göre, KKTC’nin kendi kara suları ve münhasır ekonomik bölgesi (MEB) mevcut.
Ancak bu hususta, iki toplum arasında anlaşmazlık bulunuyor. Rumlar, devlet statüsü tanınmamış olan KKTC’nin münhasır ekonomik bölgesi (MEB)’nin olamayacağını, adada sadece Rum kesiminin MEB’si olduğunu iddia ediyorlar.
Kuzey Kıbrıs ve Türkiye ile Güney Kıbrıs’ın MEB haritaları birbirleriyle çakışıyor. Rum tarafı AB’nin de desteğiyle, Türkleri yok saymaya, kaynaklar üzerinde tek taraflı hakimiyet kurmaya çalışıyor. Bu amaçla ada çevresini parselleyerek, pek çok petrol şirketine arama ruhsatları vermiş durumda. ABD'nin Noble ve Exxon Mobil şirketlerinin yanı sıra, İtalyan ENI ve Fransız Total şirketleri bölgede arama faaliyetleri yürütüyorlar.
TC – KKTC Arasında Kıta Sahanlığı Anlaşması
Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Doğu Akdeniz'de petrol ve doğalgaz sondajına başlamasının ardından, KKTC ile Türkiye arasında Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması yapılmış, bu anlaşmayla, Türkiye’nin Kıbrıs çevresinde yapacağı arama çalışmaları için gerekli hukuki zemin hazırlanmış ve hiçbir engel kalmamıştır.
Türkiye de kendi sondaj gemileriyle, KKTC’nin ruhsat verdiği bölgelerde doğalgaz aramalarına başlamıştır. Ancak bu aramalara, Rum kesiminin yanında Yunanistan, Avrupa Birliği, Mısır, İsrail ve ABD tepki göstererek, Türkiye'den faaliyetlerini durdurmasını istemişlerdir.
Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölgeler
MEB TAYİNİNDE ULUSLARARASI HUKUK TÜRKİYE’DEN YANA
Uluslararası yasalara göre (Uluslararası Anlaşmazlık Mahkemesi) adaların Münhasır Ekonomik Bölgeleri (MEB), Ana Kıtalarla karşılaştırıldığında, ihmal edilebilecek kadar küçüktür. Buna göre;
Türkiye ile Mısır arasında MEB belirlenirken; aradaki Kıbrıs Ada olduğu için ihmal edilerek, her iki ülke de Ana Kıta olduğundan, Türkiye ve Mısır ortalanmaktadır.
Ana Kıtalar, adalara nazaran MEB bakımından baskın olduğundan, Kıbrıs-Karpaz arasında kalan kısım, Türkiye MEB’sine dahildir.
Türkiye-KKTC arasında MEB belirlenirken; Türkiye Ana Kıta, KKTC ada olduğundan, MEB çizgisi KKTC’ye daha yakın olmaktadır.
Uluslararası hukuk tamamen KKTC ve Türkiye’nin yanındadır. Bu nedenle, mülkiyet için birçok kez mahkemelere başvuran Rumlar, enerji yatakları için, Uluslararası Anlaşmazlık Mahkemesi'nin referans kararları nedeniyle, hiçbir mahkemeye başvuramamışlardır.
BÖLGE DIŞI GÜÇLERİN YAPTIĞI ASKERİ YIĞINAK
Kıbrıs adasının çevresinde büyük petrol ve doğalgaz rezervlerinin keşfi, Batılı devletlerin bölgeye büyük çapta askeri güç yığmasına neden olmuş ve bölge bugün büyük güçlerin mücadele alanı haline gelmiştir.
Kıbrıs Rum bölgesi, büyük devletlere adeta askeri üs vazifesi görüyor ve Doğu Akdeniz, enerji savaşlarına hazırlanıyor.
GKRY’nin AB’ye alınmasının ardından, bölgeye AB de müdahil olmuş ve birlik üyesi ülkeler İngiltere, Fransa, Almanya ve Hollanda bölgeye askeri deniz gücü göndermişlerdir.
AB ülkelerinin enerjide Rusya’ya olan bağımlılıktan kurtulmak istemeleri, GKRY üzerinden bölgedeki doğal gaz kaynaklarına yönelmelerinde bir diğer önemli etken olmuştur. Halihazırda Rusya’nın doğalgaz ihracatında Avrupa %71 payla en büyük pazarı oluşturuyor.
Adadaki askeri varlığı nedeniyle Türkiye’yi işgalcilikle suçlayan Batı, Kıbrıs’ın güneyini adeta askeri üsse dönüştürmüş durumda. Doğu Akdeniz’de;
ABD'nin; 3 Uçak gemisine ek olarak, destroyer adı verilen 4 savaş gemisi ve 2 denizaltısı bulunuyor. Destroyer savaş gemileri 400 Tomahawks füzesi taşıyor. USS Porter ile Kıbrıs'ın Larnaka açıklarındaki USS Donald Cook fırkateyni de mevcut. Ayrıca bir ABD uçak gemisi de yanında destek filosu ve nükleer denizaltı ile beraber Güney Kıbrıs önlerine demirlemiş durumda. AB’nin, GKRY’deki askeri varlığı son 10 yılda, Limasol ve Larnaka arasındaki Mari’deki Korgeneral Evangelos Florakis deniz üssü ile Andreas Papandreu Hava Üssü ve Baf’taki hava alanında yoğunlaşmış durumda. Bu üsler NATO’ya bölgede, elektronik ve sinyal istihbaratı sağlıyor.
İngiltere'nin; Kıbrıs’ta, Ortadoğu’nun en büyük dinleme tesisleri bulunuyor. Ağrotur ve Dikelya üsleriyle, Kıbrıs topraklarının yüzde 3’ünde egemen durumda. Ağrotur üssünde, 6 Tornado ve 8 Typhoon savaş uçağı bulunmakta. Ayrıca, 4 Bell 412 Twin Huey Helikopterinden oluşan bir arama ve kurtarma filosu, Operation Shader kapsamında 1 radar ve 8 GR4 Tornado Seti, 1 adet Sentinel R1 gözcü uçağı, 1 adet A330 Airbus, 4 adet CH47D Chinook HC4 UN helikopteri var. Ayrıca konumları gizli tutulan akıllı denizaltıları ile HMS Duncan savaş gemisi de Akdeniz’de. Yaklaşık 254 kilometrekarelik alana yayılan iki üs’te, 3 bin İngiliz askeri görev yapıyor.
Fransa'nın; Akdeniz’de Rafael savaş uçakları ve 8 adet nükleer denizaltısı mevcut. Rum yönetimi, enerji arama faaliyetlerini yürüten Fransa ile Türkiye’nin olası müdahalesini engellemek amacıyla daha önce imzaladığı askeri işbirliği anlaşmasının kapsamını genişletti. Anlaşmayla Fransa, Güney Kıbrıs’taki hava ve deniz üslerini daimi kullanma hakkı kazandı, ayrıca Rumların sondaj ve deniz trafiğinin güvenliğini de üstlendi.
Güney Kıbrıs’ın; Hâlihazırda 12.000 muvazzaf askeri personeli, 50.000 de seferberlik ihtiyat kuvveti bulunuyor.
PESCO (Avrupa Birliği Ortak Savunma Paktı)’nın GKRY’ne Desteği
GKRY’nin de dahil olduğu Avrupa NATO’su hükmündeki PESCO, 2018’de üye ülkeler arasında savunma alanında işbirliği oluşturulması kararı aldı. PESCO’nun “Askeri Hareketlilik” projesi, deniz keşif ve gözetleme faaliyetlerinin artırılmasını da kapsıyor.
Türkiye’nin, Doğu Akdeniz ve KKTC’deki etkinliği, AB ve PESCO ülkelerini rahatsız etmiş durumda. Bu ülkelerin 2016’dan bu yana, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) alanlarında Rum kesimi ve Yunanistan’la ortak düzenledikleri deniz tatbikatlarının hedefinde Türkiye ve KKTC var.
GELİŞMELERİN TÜRKLER İÇİN DOĞURDUĞU SORUNLAR
GKRY’nin adayı temsilen AB üyesi yapılması, enerji kaynaklarının paylaşımında yaşanan sorunlar, bölge dışı devletlerin yaptıkları askeri yığınaklar, Türkiye ve KKTC’yi dışarıda bırakan yeni bölgesel ittifak arayışları, Doğu Akdeniz’de barış ve istikrarı olumsuz etkilemiştir.
Bölgedeki tüm bu gelişmeler, KKTC ve Türkiye’nin egemenlik ve güvenliğine tehdit oluşturmakta, ayrıca ticari hakların kullanımına engel teşkil etmektedir.
EGEMENLİK
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlığı stratejik öneme sahip olmakla birlikte, adada yaşayan Türklerin siyasi haklarının ve güvenliklerinin uluslararası anlaşmalara göre korunması amacını da taşır.
Doğu Akdeniz’de bir yandan KKTC’nin Münhasır Ekonomik Bölgesin olmadığı iddiası, diğer yandan, bölgede en uzun kıyıya sahip olan Türkiye’ye Münhasır Ekonomik Bölgesini kullandırmama girişimleri, her iki devlet açısından da egemenlik gaspıdır. KKTC ve Türkiye’nin bölgedeki egemenliği tartışma konusu edilemez. Bu savaş sebebidir.
GÜVENLİK
Doğu Akdeniz’e ve Kıbrıs açıklarına yapılan askeri yığınak, KKTC ve Türkiye’nin güvenliğine açık ve yakın bir tehdittir. Kıbrıs Türkiye için vazgeçilmez bir güvenlik noktasıdır.
2004 yılından sonra Türkiye Kıbrıs konusunu daha çok askeri stratejiler ekseninde ele almış, 2020 yılından itibaren Doğu Akdeniz’deki güvenlikçi politikalara, ekonomik çıkarların korunması da eklenmiştir.
Batılı güçlerin Doğu Akdeniz’e olan ilgisi, Türkiye için güvenlik riskini büyütmektedir. Türkiye bölgede güvenliğine yönelmiş tehditler için gerekli tedbirleri almaktadır.
Türkiye’nin; bölgede 2 fırkateyn, 2 korvet, 1 akaryakıt gemisi ve 2 hücumbot, 2 denizaltı, ve 6 karakol gemisi bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler UNIFIL Deniz Harekâtına iştirak eden bir korvet, Lübnan açıklarında karakol görevi icra ediyor. Bunlara ek olarak Türkiye, Kıbrıs-Geçitkale’de bir iha-siha üssü kurmuş durumda.
Türkiye’nin Yeni Güvenlik Stratejisi: Akdeniz Kalkanı
Türkiye son yıllarda güvenlik stratejisini değiştirmiş, bugüne kadar uygulanan Re-Aktif Güvenlik sistemi ile sadece savunma yapan ülke olmaktan çıkarak “Fırat Kalkanı” ile birlikte, topyekün askeri kaynaklarını sınır dışında kullanmaya başlayan, Pro-Aktif savunma ile güvenliğini ileri seviyeye taşımıştır.
Bugün Türkiye, “Akdeniz Kalkanı” ile dışarıdan gelecek olan tehlikeleri, ülke sınırlarına ulaşmadan, saha dışında etkisiz hale getirerek, başarılı bir güvenlik politikası sergilemektedir.
BÖLGEDE TÜRKİYE’NİN YALNIZLAŞTIRILMASI VE KUTUPLAŞMALAR
Akdeniz bölgesi enerji hatlarının yeni güzergahı olarak planlanmaktadır. Özellikle Kerkük’ten gelen enerji hattı ve İsrail enerji havzasından çıkan enerji hatlarını, Mısır’dan gelen hat ile birleştirilerek, Güney Kıbrıs üzerinden İtalya açıklarına çıkarıp Avrupa’ya ulaştırmayı hedefleyen Avrupa devletleri, bu sayede Türkiye’nin transit ülke olma özelliğini by-pass edip, Kıbrıs üzerindeki etkisini de ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Doğu Akdeniz'de hidrokarbon rezerv yataklarının keşfedilmesi, kıyıdaş ülkeler arasında yeni ittifaklar kurulmasına neden oldu. Özellikle Rumların kurduğu ittifaklar, bölgede Türkiye’yi izole etmeye yönelik gelişti.
Doğalgaz rezervlerinin çıkartılıp boru hatlarıyla Avrupa pazarına taşınması hedefinde birleşen İsrail, Mısır, Güney Kıbrıs ve Yunanistan yeni bölgesel işbirliği platformları oluşturmaya başladılar.
Yine Güney Kıbrıs, Yunanistan, İsrail, İtalya, Ürdün, Filistin ve Mısır “Doğu Akdeniz Gaz Forumu”nu kurduklarını duyurdular. Forumun amacı bölgesel kaynakların üretimi, tüketimi ve pazarlanması süreçlerinde işbirliği yapmak ve Doğu Akdeniz'i yeni bir enerji üssüne dönüştürmek olarak açıklandı.
Bu sürece paralel olarak Güney Kıbrıs Yunanistan’la birlikte Mısır, İsrail ve Ürdün'le ayrı ayrı üçlü işbirliği oluşumları kurarken, hem ABD'nin hem de AB'nin güçlü desteğini aldı. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Akdeniz’de Türkiye’yi yalnızlaştırmak için kurduğu ittifaklarda, özellikle Türkiye ile sorun yaşayan ülkeleri tercih ediyor.
Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İtalya'nın AB üyesi olması, Doğu Akdeniz'de ABD, Katar, Fransa gibi ülkelerin büyük şirketlerinin yer alması, Türkiye’nin daha da yalnızlaşmasına neden oldu.
Türkiye bu gelişmeler karşısında, Akdeniz’deki ilişkilerini Kuzey Afrika ülkelerine doğru genişletme kararı almıştır. Türkiye ile Libya arasında imzalanan Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması bu yaklaşımın sonucudur.
Bölgedeki kutuplaşma yeni gerginlik ve belirsizlikleri de beraberinde getirmiş, bu durum Doğu Akdeniz’de bulunan enerjinin Avrupa’ya ulaşmasının önüne yeni engeller çıkarmıştır.
TİCARİ MENFAATLERİN ENGELLENMESİ
Bölgede çıkarılan hidrokarbonun piyasalara sürülmesi için Türkiye’den geçen boru hatlarından pompalanması gerekiyor. Bu Türkiye için önemli bir kozdur.
Alternatif güzergâhlardan birisi de Yunanistan olarak görünmektedir. Ancak bu güzergâhın inşa edilmesi 17 milyar dolarlık bir maliyet getirmekte ki mevcut GKRY ekonomisinin bu projenin finansmanını sağlaması mümkün görünmemektedir. Bu yüzden Türkiye, en uygun güzergâh olarak öne çıkmaktadır.
GKRY’nin bir diğer alternatifi ise Limasol yakınlarındaki Vassiliktos’ta gazı sıvılaştıracak bir tesis kurmaktır. Fakat bunun da maliyeti 8-10 milyar dolar civarındadır ki GKRY’nin bunu finanse edebilmesi de mümkün görünmemektedir.
Kıbrıs'ın bir LNG terminali inşa etme maliyetinin 5 milyar Euro olacağı, Kıbrıs-Yunanistan-İtalya doğalgaz hattının da 6 milyar Euro gibi bir maliyetle yapılacağı hesap ediliyor.
Tüm bu maliyetler göz önünde bulundurulduğunda en uygun güzergahın Türkiye üzerinden olacağı anlaşılmaktadır. Doğu Akdeniz’deki kaynakların Avrupa’ya Türkiye üzerinden aktarılması, Türkiye’ye önemli kazanımlar sağlayacaktır.
Ancak gerek bölgedeki, gerekse bölge dışı devletler, kendi refahları için de ideal olan çözüme, siyasi nedenlerle ayak diremeye devam ediyorlar.
NE YAPILMALI – ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Kıbrıs Türkünün hak mücadelesinin, Batının koyduğu kurallar çerçevesinde yürütülmesi yanlış ve manasızdır. Esasen böylesi bir mücadeleden olumlu sonuç alınması da beklenemez. Zira, Batının Kıbrıs’ta Türkler lehine adım atması, ihtimal dahilinde değildir.
Artık Kıbrıs’ta müzakere dönemi bitmiştir, bitmelidir. KKTC’nin varlığı ve bağımsızlığı pazarlık konusu edilemez. Şimdi KKTC’yi mümkün olduğunca fazla devletin tanıması için, gerekeni yapma zamanıdır.
Türkiye, KKTC’nin tanınmasını cılız bir söylem olmaktan ileri götürmeli ve dünyadaki dost ve kardeş ülkelerin tanıması için gerçek ve samimi bir girişim başlatılmalı, bu konuda son derece aktif bir politika izlenmelidir.
KKTC kurulurken zımnen Rumlarla birleşecek federal bir yapı kurgulanmıştır. Bunca yıl aynı zihniyetle yürütülen müzakereler, bunun mümkün olmadığını göstermiştir. Bu zihniyet derhal terk edilmelidir.
Öte yandan, Enerji rezervlerinin keşfi en çok Türkiye’nin lehine olacak bir durumdur. Uluslararası Mahkemenin verdiği emsal kararlara göre ada çevresinin büyük çoğunluğu Türkiye’nin MEB’sine tabidir. Türkiye bölgede MEB sınırlarındaki anlaşmazlıklarda, vakit kaybetmeden Uluslararası Mahkemeye başvurmalı, hakkını tescil ettirmelidir.
Türkiye güçlü olduğu yönleri kullanarak, KKTC’nin tanınması için muhataplarına baskı yapmalıdır. Bu husus dış ilişkilerde sıklıkla kullanılan bir yöntemdir. Örneğin Amerika F35 ve F16 satışlarında alıcı ülkelere (Türkiye’ye de) şartlar koyar.
Aynı şekilde Türkiye iha, siha başta olmak üzere, yüksek talep gören savunma sanayi ürünlerinin satışında alıcı ülkelere, KKTC’nin tanınması şartını koşabilir. Böylesi bir durum, bölgede Türkiye’ye karşı izlenen yalnızlaştırma politikasını da boşa çıkaracak, dış ilişkilerinde Türkiye’nin elini güçlendirecektir.
Artık Türkiye eski Türkiye olmadığı gibi, hidrokarbon yataklarının keşfiyle KKTC’de eski konumunda değildir. Enerji kaynakları zenginlik, zenginlik ise güçtür.
Türkiye sahip olduğu potansiyelin farkına varmalı ve bunun sağladığı gücü, dış politikaya doğru yansıtabilmelidir. Türkiye;
Siyasi açıdan; Türkiye gerçek ve sağlam bir irade ortaya koymalı, KKTC’nin tanınması için etkin bir diplomasi icra edilmelidir. Ayrıca, MEB alanlarını BM’ye tescil ettirmeli, ara verdiği sondaj çalışmalarına derhal başlamalıdır. Türkiye ile KKTC arasında konfederasyon kurulması planı, daima masada olmalıdır.
Hukuki açıdan; Anlaşmazlık yaşanan sahalar için, Uluslararası Uyuşmazlık Mahkemesine başvurarak, MEB alanlarını kesinleştirmeli ve garanti altına almalıdır.
Askeri açıdan; Geçitkale’deki iha-siha üssüne ek olarak, deniz üssünü Gazimagosa’da derhal kurmalı ve faaliyete geçirmeli, Doğu Akdeniz’deki donanma gücünü artırmalı, yabancıların haksız arama faaliyetlerini engellemelidir.
Mali-Teknolojik açıdan; Doğu Akdeniz’de sondaj çalışmalarımızı yürüten TPAO’nun teknik ve mali imkânları geliştirilmeli, kabiliyeti artırılmalıdır.
Nihayet, Kıbrıs’ın enerji kaynakları uluslararası bir güvenlik sorunu olmaktan çıkarılmalı ve bölge ülkeleri ile Türkiye için önemli ekonomik ve stratejik bir kazanç haline dönüştürülmelidir.
Toplam Okunma Sayısı : 1322